30 Mart 2013 Cumartesi

İKİ KURBANLIĞIN OĞLU...

Abdülmuttalib bir rüya görmüştü. 
Ona bir yer göstermişler ve demişlerdi ki: 
- İşte Zemzem Kuyusu'nun yeri! 
Vaktiyle düşman istilâsı önünde Mekke'den kaçan bir topluluğun fesatçı reisi, Kâbe'nin bütün 
hazinelerini Zemzem Kuyusu'na atmış, kuyunun üstünü de toprakla
bir edip belirsiz hale getirmişti. O zamandan beri Zemzem, belirsiz bir malûm... 

Abdülmuttalib, gördüğü rüya üzerine Zemzem'i açıp meydana çıkarmak istedi. Lâkin Kureyş
uluları bir takım bâtıl inanışlar yüzünden buna engel oldular ve Abdülmuttalib'i incittiler. 
Artık Zemzem'i meydana çıkarmak Abdülmuttalib için bir gaye... Amma idealleşen her gaye gibi 
yardımcısız ve düşmanlarla çevrili... Abdülmuttalib'in ilk zevcesinden oğlu Haris tek 
destekleyicisi... 

Gitgide Zemzem'i açmak dâvası Abdülmuttalib için öyle bir çile oldu . Allah'a(cc) ahdetti: 
- Ya Rabbi; bana mübarek kuyuyu meydana çıkarmak nasibini ver. Bu işe yardım etmeleri için de 
on oğul ihsan et. Muvaffak olursam oğullarımdan birini sana kurban edeyim. Nezrediyorum 
Allahım! 
Abdülmuttalib'in birisi Abdullah, on erkek çocuğu dünyaya geldi. Ondan da fazla... 
Mübarek kuyu, rüyadaki işaretle bulundu, açıldı, temizlendi ve Kureyş asillerinin, İsmail 
Peygamber oğullarının hayran gözleri önünde merkezileştirildi. 
Kuyunun içinden çıkan eski kılıçlar, zırhlar ve altından geyik heykelleri... 
Abdülmuttalib'in şöhret ve şerefi gökleri tuttu. 
Zemzem, ötedenberi mübarek Kâbe'nin mübarek unsurlarından biri ve hacıların uğrağı... 

Bir gün rüyada bir ses: 
- Ya Abdülmuttalib! Muradına erdin... Nezrini yerine getir! 
Abdülmuttalib korku ile uyanıp bir koç kesti. Yine rüyada bir ses: 
- Kurban daha büyük olmalı... Bir sığır kesti. Daima rüyada ses: 
- Daha büyük olmalı... Bir deve kesti.  
- Ondan da büyük olmalı... 
Abdülmuttalib rüyada haşyetle sordu: 
- Daha büyüğü nedir? 
- Oğullarından biri! 
Abdülmuttalib, oğullarını topladı ve «hâl ve keyfiyet şöyle, böyle» diye anlattı. 
- Biz, dediler; sana bağlıyız! Aramızdan dilediğini seç ve kurban et! 
Abdülmuttalib'in emriyle her çocuk, ismini bir ok üzerine yazıp babasına verdi. Baba bu okla kur'a 
attı ve isim düştü: 
Abdullah... 

Baba, eline bir bıçak alıp Abdullah'ın bileğinden kavrar kavramaz, araya giren Kureyş büyükleri: 
- Olmaz, olmaz, dediler; evlât kurban etmek gibi bir âdete aramızda yol açılamaz! Başka çare 
düşünelim! 
Hayber taraflarında, gaibden haber verdiği sanılan bir yahudi karısına başvurdular: 
- Derdimize çare bul! 
Âcûze, kazma dişlerini gösteren bir sırıtışla sordu: 
- Sizde bir insanın diyeti nedir? 
- On deve... 
- Gidin, on deve hazırlayın; on deve ile Abdullah arasında kur'a çekin, kur'a develere düşerse ne 
âlâ düşmezse on deve daha ekleyin ve yine kur'a çekin. Kur'a develere düşünceye kadar her defa 
onar onar develeri fazlalaştırın! Kur'a develere düştü mü, Rabbimiz razı oldu demektir. Develeri 
hep birden kurban edersiniz ve çocuk kurtulmuş olur. 
Koştular ve yahudi karısının dediğini yaptılar. Develer doksana çıktığı halde kur'alar hep 
Abdullah'a düştü. Develer yüz olunca onlara... Abdullah kurtulmuştu. Hemen yüz deveyi birden 
kurban edip öylece bıraktılar. İnsan, yırtıcı hayvan, kuş; develerin üstüne üşüşen üşüşene... 

Bu yüzden de Abdullah'a (boğazlanmış — zebih) yahut (kurbanlık) lâkabını taktılar. 
Nitekim ileride, Allah'ın Sevgilisi'ne, biri Hazret-i İsmail'e, öbürü babası Abdullah'a kinaye olarak 
(İbnü'z-Zebiheyn - iki kurbanlığın oğlu) denilecektir. 

Abdullah, güzellerin güzeli... 
Yüz deve kurban edilmiş, ismi her tarafa yayılmış, babasıyla Mekke'ye dönüyor. 
Bir aralık Abdullah babasından ayrıldı ve Kâbe civarında Benî Esed kabilesinin yolundan geçmeye 
başladı. 
Yolunda genç bir kadın... Kadın hafifçe bir duvara yaslanmış, derin derin gözlerini süzmüş, vecd 
içinde Abdullah'a bakıyor. 
Abdullah kadının tam önünde... 
Kadın fısıldadı: 
- Hişt, delikanlı, bir lâhza dur! Abdullah durdu. 
-Bugün yüz deve kurban ettiniz. İster misin, o develeri ben sana vereyim?
-Ne olacak? 
 -Benimle kal! 
- Hayır, dedi Abdullah; harama el süremem. 
Ve Benî Esed güzelinin mahzun bakışları önünde başını alıp uzaklaştı. 
Abdullah, Benî Zühre kolundan, soylulukta en üstün, Abd-i Menaf oğlu Vehib'in kızı Âmine ile 
evlendi. 
Âmine, Kâinatın Efendisi'ne gebe... 
Abdullah sokakta, kurban dönüşü yoluna çıkan Benî Esed güzeline yine rastlıyor. Bu defa kadın, 
hissiz ve donuk... Abdullah soruyor: 
- Ne oldu; halin değişmiş?. 
- O gün alnında esrarlı bir nur vardı. Kendimden geçtim. Artık o nuru sende göremiyorum. 

Gerçekten, Nur, yeryüzünde annelerin en büyüğü Âmine Hatun'a geçmiştir. 

Anne iki aylık gebe iken Abdullah, ticaret vesilesiyle gittiği Medine'de hastalanıp öldü. 
İbn-i Abbas: 
«Abdullah ölünce, melekler Allah'a(cc) dedi ki: 
- Ya Rab, Resûlün öksüz kaldı. Hitap: 
- O'nun koruyucusu ve yardımcısı benim.»

N.F.Kısakürek

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder